Tutkunun Çemberinde Tutsak: Lolita

 


Edebiyat eserlerinde ve diğer sanatsal eserlerde tehlikeli konular hep ilgimi çekmiştir. Bunun belki de en büyük nedeni; en tehlikeli kişilerin bir roman sayfaları arasında, kitabın kapağını kapattığınız anda size zarar verme ihtimalinin ortadan kalkmasıdır. Acaba gerçekten öyle midir? Emin değilim... 

Lolita veya Beyaz Irktan Dul Bir Erkeğin İtirafları, Vladimir Nabokov’un 1955 yılında yayımlanan romanı. Romanın hikayesi Humbert Humbert’ın çocuk sayılabilecek genç kızlara duyduğu arzuyu konu alıyor. Kitabın konusu böyle olunca gerçekten elinizde bir bomba taşıdığınıza emin oluyorsunuz.  

Kitabın ilk bölümünde Humbert’ın bu tutkusunun alt metinleri pekiştiriliyor. Bu kısımda ilgimi çeken nokta karakterimizin bu durumdan oldukça sağlıklı bir şekilde bahsetmesi ve onun değil yasaların yanlış olduğunu savunması.  


Kitabın anlatım dili karşılıklı bir sorgulama havasında ilerlerken aslında daha en başında işlerin sarpa saracağının kokusunu çok rahat bir şekilde alabiliyorsunuz. İlk bölümlerde Humbert’in genç kızlara tutkusunun anlatım dilinin son derece şehvetli ve açık saçık olması, insanın en temel içgüdülerinden cinsellik hissiyatını harekete geçirmeyi amaçlıyor. İşte tam olarak bu noktada aslında Nabokov okuru ikiye ayırıyor. “Size sunulacak olan aşağı yukarı budur, beğenen kalsın ama midesi bulanan şimdiden kitabı elinden bırakıp düzenli ve sağlıklı hayatına devam etsin.” mesajı veriyor.  


Eğer devam etmeyi tercih ederseniz kendinizi kısa sürede hikâyenin sarmalında buluyorsunuz. Karakterimizin Amerika’ya yerleşmesi, geriye kalan hayatını belirleyecek olan tanışma hikayeleri ile sizleri de bu yeni yolculuğa sürüklüyor. Taşındığı pansiyonda tanıştığı Dolores Haze (Lolita) bu noktadan sonraki hayatının tek odak noktası ve amacı olacaktır. Burada Humbert’in Lolita’yı eski sevgilisi Annabelle ile neredeyse bir görmesi ise ilerleyen sayfalardaki onu kaybetmeme içgüdüsünün temelini bizlere sunuyor.  


Tutkulu bir kavuşmanın insan üzerindeki etkisini, o çakan ışığı, o ürpertiyi gereğince açıklayabilecek gücü kendimde bulamıyorum. Ben kendi yetişkin adam kılığımda (iri yarı, yakışıklı bir sinema dergisi erkeği) yanından geçerken, bakışlarımın diz çökmüş oturan çocuğun üzerinden kayıverdiği o güneş ışığına boğulmuş anda (ciddi görünüşlü güneş gözlüklerinin üzerinden gözlerini kırpıştırıyordu, bütün ağrılarıma, sızılarıma çare bulacak küçük bir doktor hanım gibi!) ruhumun haznesi göz alıcı güzelliğinin her ayrıntısını birdenbire emivermiş ve ben bu ayrıntıları göçmüş sevgilimin bedeninin çizgileriyle karşılaştırmıştım. Tabii bir süre sonra bu yeni sevgilim, bu Lolita, benim Lolitam aslını gölgede bırakacaktı.” 


Pansiyon sahibi Mrs. Haze’in kızı olan Lolita aklı beş karış havada bir kız olarak tanıtılır bize. Aksi takdirde bir hikayesi olmaz çünkü. Humbert’ın Lolita’ya ilk yakınlaşma çabalarının sadece göz ucuyla bakma seviyesinden geliştiğini bilmekte fayda var. Evin içerisindeki düzen ve her odadan insan çıkması herhangi bir teması neredeyse imkansız kılmaktadır.  


Kitabın bu noktasında Humbert’in çaresizlik ve arzular içerisinde kıvrandığını, buna bağlı olarak türlü türlü planlar yaptığını görüyoruz. Bu bölüme kadar Humbert’ın farklı kadınlara arzusunun yüzeysel seviyelerde gezindiğini birçok kez görmemize rağmen bu noktadan itibaren bu yüzeysellik kendini bir takıntı haline bırakıyor.  


Humbert’ın evin içerisindeki fiziksel temas planlarının tutmaya başladığı noktalarda Nabokov’un ulaştığı edebi seviyenin kitabın ilk pik noktalarından biri olduğunu rahatça söyleyebiliriz. Hem Humbert tatmin oluyor hem de okur ilk kez bu tatminin en yakın tanığı haline geliyor. Belki de ilk tanığı... 

İlerleyen süreçte Dolores’in eğlence arayan tavrının Humbert’ın lehine bir sonuç oluşturması ilk etapta bizi bu hastalıklı ilişkinin ortasında dingin bir seviyede bırakıyor. Her şeyin bu seviyede akacağını düşünüyorsunuz.  


Lakin bu tutku şüphesiz bazı fedakarlıklar da yapmayı gerektiriyor. İlerleyen süreçte başlayan Dolores (Lolita), Humbert ve Mrs. Haze arasındaki aşk üçgeni; kaçamaklar, ahlaki ve toplumsal sorunları tetikliyor. Artık Humbert çok sevdiği biricik Lolita’sının babası konumuna geliyor. Bu açıdan kimi yakınlaşmalar babalık(!) sıfatı ile üstü örtülebilecek seviyeye gelirken Humbert’ın mektuplarının karısı Mrs. Haze tarafından bulunması dramanın en büyüğünü gözler önüne seriyor.  


Bu noktadan sonra olabilecek her türlü felaketi merak ederken biz okurlar Humbert’a mı, Dolores’e mi yoksa Mrs. Haze’e mi üzüleceğimizi aklımız karışık bir şekilde seçemiyoruz. Neyse ki Nabokov usta kalemiyle burada inisiyatif alıyor ve Mrs. Haze’e üzüleceğimizi bizlere söylüyor.  


Pansiyondaki sırları ortaya çıkardıktan kısa bir süre sonra Mrs. Haze sırları ile gömülmek durumunda kalıyor. Kitabın bu noktasında biraz da mizahi bir koku almamak elde değil. Talihin Humbert’a bu kadar radikal gülmesi bizleri de biraz acının tatlı tebessümü ile baş başa bırakıyor.  


Bir kamp gezisinde olan Dolores’i alma görevi bundan sonraki her türlü sorumluluk gerektiren görevler gibi tabii ki de Humbert’a düşüyor. Kitabın bu bölümünden sonraki her bölümünde aslında Dolores’in üvey babasının eline kalması işleri Humbert yönünde çok daha pozitif bir noktaya taşıyor ve buna bağlı olarak hikaye çok daha hızlı bir devinime düşüyor. Bu noktadan sonra gereksiz insanlara hikayemizde yer yok. 


Uzun bir Amerika seyahatine çıkan ikilimiz arasında yaşanan belli belirsiz cinsellik denemeleri, temaslar, öpüşler, kavgalar, güç gösterileri bizi bu yolculukta çokça karşılayan imgeler oluyor. Bu seyahatlerin başında Dolores’in annesinin öldüğünü bilmemesi Humbert’a ilerleyen sürece nazaran çok daha insani davrandığını bizlere gösteriyor. İlerleyen süreçte annesinin ölümünden onu sorumlu tutması aslında işleri daha yeni yoluna koyan Humbert için gelecek günlerin hiç de kolay olmayacağını bizlere gösteriyor.  


Bu seyahatler sırasında farklı eyaletleri gözümüzün önünden geçen film şeritleri gibi görüyoruz. Anlatıcımız Humbert olduğu için tabii ki her zaman odak noktamız o şehirlerde gezilen ve görülen yerlerden ziyade hissedilenler ve yatak odaları. Sarı abajurlar, yan odada kalan ailelerin tavrı, otellerdeki ve pansiyonlardakilerin tavrı, baba kız hikayesinin tutarlılığı ve açık verdiği anlar, hikayemizin geriye kalan kısmının iskeletini oluşturuyor. 


Lolita’nın tutkusuyla yanıp tutuşan Humbert’ın kontrolünü kaybetmesi ve bu ilişkiyi Lolita’nın tavrının ele alması beraberinde bazı sıkıntılar doğuruyor. Özellikle Humbert’a acıdığım kısım Lolita’nın yanında her canlı (bazen bir köpek bile olabilir) gördüğünde onu delicesine kıskanması ve takıntısını örtme çabası. İşin içine kendisinden gizli yapılan telefon görüşmeleri, belli belirsiz ortadan kaybolmaları ve takip edildikleri şüphesi de girince kitap üçüncü kez form değiştiriyor. Bir aşk romanı olarak başlayan kitabın bir seyahatnameye, oradan da bir dedektiflik romanına dönmesi hissiyatı aslında kitabın başında bırakan okuyucuların neler kaçırdıklarını bizlere gösteriyor.  


Yine de Humbert tüm olanlara karşı soğukkanlılığını korumaya yelteniyor ve Lolita’ya daha fazla özgürlük alanı tanıma kararı veriyor. Tiyatro ve tenis alanında yeteneklerini geliştirmesi için ona fırsatlar sunuyor. Aslında bu iki hobinin de görsel tarafına baktığımızda bu hobilerin kimin işine daha çok geldiğini görmemiz çok da zaman almıyor.  


Paranoyak olmayı her fırsatta bırakmaya çalışan Humbert kendisini hiçbir sorun olmadığına inandırmaya çalışsa da aslında her seferinde tat kaçırıcı bazı ipuçları ve nesnelerle karşılaşıyor. Lolita’nın en başından beri içinde olduğu eğlenme arzusu ise temkinsiz olmayı neredeyse imkansız kılıyor.  


İlerleyen kısımlarda ise bu gizemin nedenini yavaş yavaş kavrıyoruz. Lolita’nın bir rahatsızlık nedeniyle hastane yatağına düşmesi ve o hastaneden kaçırılması Humbert’ı içinden çıkılmaz bir kaosa sürüklüyor. Bu noktada okur olarak arzuları tatmin edilmemiş bir adamla baş başa kalıyoruz ve onunla beraber o çaresizliği yaşıyoruz.  


Lolita’sız geçen yılların ardından tam Humbert’ın tekrar toparlandığı sırada eski aşkından gelen şok edici bir mektup ise hikayenin başına dönmemize yeterli oluyor. Yine yollardayız, eski yaranın peşindeyiz, dilimizle oynamayı bıraksak geçeceğini bildiğimiz o yaranın, her zaman dokunması çok tatlı gelen o yaranın. 


Bu noktada kitabın bir diğer pik noktasına varıyoruz. Aranan bulunur ama artık arananın o olmadığı anlaşılır. Zaman geçmiştir, hayatlar farklı yöne sürüklenmiştir ve bu noktada Humbert’a acırız çünkü bu mutlu sonla biten bir Hollywood filmi değildir.  


Lolita’nın ağzımızda bıraktığı tat ise aslında insanın her rezil durumda bile bir sistem içerisinde var olabileceğidir. Onur, gurur gibi kavramlar kişinin kendi zihnindeki kadardır ve çoğu zaman diğer insanlarla örtüşmez. Tutkular hayatımızı belirler ve en kuvvetli tutkular en hazin sonlara kapı açar. 

Kitabın etik tartışmalarına gelindiğinde ise yayımlanmadan önce bile yayınevlerinden sayısız ret yediğini tahmin etmeniz çok zor olmaz diye düşünüyorum. Bana kalırsa en kirli hikayeler bile anlatılmalıdır çünkü dünya bize okulda anlatılandan çok ama çok daha fazlasıdır. Siyah ve beyazın çok ama çok üstünde gri alanlardır yaşamımızı belirleyen.  


Aksi takdirde yazılacak hikaye kalmayacaktır, kalsa da önemi kalmayacaktır. 


Yorumlar

Popüler Yayınlar