"En Mutlu An"
Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk'un geçtiğimiz haftalarda evlendiği haberini aldığımda bunun kitaplarından birini okumak için iyi bir zamanlama ve uzun zamandır beklediğim bir fırsat olduğunu düşündüm.
Bu içgüdüyle birlikte uzun zamandır merak ettiğim Masumiyet Müzesi'ne başlama kararı aldım. Kitaba başladığımda İstanbul dışındaydım ve geriye kalan kısmına kıyasla çok daha her şeyin yolunda gittiği ilk 100 sayfayı başka bir şehirde okudum. Geri kalan kısmı kitabın öyküsünün de geçtiği İstanbul'da bitirdim.
Hikaye, varlıklı bir aileden gelen, hayatında her şey bir kırılma anına kadar yolunda giden kitabımızın ana karakteri Kemal'in 27 Nisan 1975 tarihinde müstakbel nişanlısı Sibel ile Valikonağı Caddesi'nde gezerken bir vitrinde gördüğü çanta ile başlar. Hikayemizin başında her şey oldukça normaldir ve biz bu düzenli mutluluğu, ilerleyen sayfalarda hiçbir şey olmayacakmış gibi özümseriz. Ta ki o çantacıda Kemal'in Füsun'u görmesi ile herşeyin değişeceği ana kadar.
Masumiyet Müzesi'nin bende oluşturduğu ilk izlenim; Nişantaşı, Şişli, Beyoğlu çevresinde şekillenen bir hikaye olmasının beni çok rahatlatmasıydı. Kitapta bahsedilen sokaklar ve caddelerde çoğu kez gezdim. Ayrıca bu cadde ve sokaklar üzerinde yaşanılanlar üzerine pek tabii Orhan Pamuk kadar olmasa da yazdım. Dolayısıyla ana karakterle ilk sayfalarda yakınlaştım. Bu yakınlaşma kitapta geçen zaman dilimine şahit olamamam handikapını yok etti.
Kemal'in Füsun'u görünceye kadar hayatında bir şeylerin tıkırında gitmesi hatta bu tıkırında giden olayların içinde bulunduğu sosyete tarafından kabul edilmesi, beklenilen geleceğin -Sibel ile nişanlanması- insanlarda heyecan uyandırması aslında bir yandan da çok kuvvetli bir fırtına öncesi sessizlik hissi uyandırdı. Yıllar önce sallanan bir İstanbul köprüsünde işittiğim ve asla unutamadığım bir cümlede de dendiği gibi: "Sallanmayan köprüler, yıkılır."
İlerleyen sayfalarda Kemal'in bir bahane ile çantacıya girme, Füsun ile iletişime geçme çabası bende kimi olaylarda aşina olduğum bir obsesyon hissi uyandırdı. Kitap ile ilgili okuduğum incelemelerde okurların bu noktada ikiye ayrıldığını gördüm. Kimi okur Sibel ile iyi giden bir hayatı varken Kemal'in bu denli radikal düzeyde bir takıntıya kapılmasını onun kötü bir insan olduğuna yorarken ben bu takıntının aslında Kemal'in çok da elinde olan bir tercih olduğunu düşünmüyorum. "Aşk ecel gibidir, aldı mı götürür."
Ayrıca Kemal'in Füsun tercihini yaparken belki de tam olarak bu sebepten "her şeyin yolunda olması" fikrinden kaçma çabası olarak da yorumlanabilir. Kitabın ilerleyen sayfalarında özellikle Hilton Oteli, Fuaye vb. birçok İstanbul cemiyet hayatına ev sahipliği yapan mekanda da gördüğümüz üzere bir samimiyetsizlik duygusunu hissediyoruz. Kemal'in çevresinde şekillenen iş dünyası sahtekarlıklar üzerine kurulurken dostları ise kendisinden uzak bir karaktere sahip ve çoğu zaman onu eleştirir durumdalar, özellikle Sibel ile yaşanan bazı durumlardan sonra. Kitabın içeriği ve olay örgüsünün haricinde "İstanbul Sosyetesi"nin anlatımı, en küçük detaylarına kadar verilen bir incelik hissiyatı biz okurlara Pamuk tarafından ustaca sunuluyor.
Kitap ilerledikçe Kemal'in Füsun'a duyduğu arzu ile ilgili harekete geçtiğini ve hatta her sayfada bu organizeliğin çok da üst seviyeye taşındığını farkediyoruz. Ayrıca varlıklı bir aileden gelen Kemal karakterinin belki de başka hiçbir şey için bu denli organize işleyen bir tutku duymadığını hissediyoruz. Bu tutku zamanla ders çalışma bahanesiyle Merhamet Apartmanı'nda geçen günlere ve olaylara evriliyor. Olay örgüsü bakımından dar bir aralıkta sunulan bu günlerde yaşanılanlar, kitabın geriye kalan kısmını oluşturacak tüm hissiyat, durum ve kişilik hallerine kapı açması bakımından en büyük rolü oynuyor. Yaşanması gerekenlere ışık tutan kısa bir fragman hissiyatı yaratıyor.
Kemal'in hayatındaki bir diğer cephe olan Sibel kısmında yaşanılanlar küçük olumsuzluklara rağmen tıkırında işliyor ve her geçen gün nişan hazırlıkları devam ediyor. Bu pembe cephede gördüğümüz sahnede tek koyu renk Kemal'in kalbinde gözümüze çarpıyor. İkiye bölünmüşlük ve ihtiras, satırlar arasında çok radikal bir kontrast oluşturuyor.
İlerleyen kısımda aslında iki cephenin bir noktadan sonra uyumlu bir şekilde ilerlemediği gerçeğine şahit oluyoruz. Kitabın belli bir kısmında sadece Kemal'in yalnızlığıyla mücadele etme şekillerini, derinlemesine imgeler eşliğinde ve yine tabii ki Beyoğlu, Fatih ve daha nice İstanbul mekanında görüyoruz. Bu kısımdaki imgelemeler, bu yalnızlıkla başa çıkma çabaları öylesine kuvvetli bir hal alıyor ki, kitabın ilk kısımlarında iki farklı kadını eş zamanlı yürütmeye çalışan Kemal'e kızan en demokrat okurlar bile bir noktadan sonra kendilerini Kemal'le birlikte kaybettiği kadınları ve tüm mutlu günleri şehirde ararken buluyor.
Tadımızın kaçtığı bu kısımda aslında bir yandan da sosyetedeki insanların tavırlarının karakterimize karşı değiştiğini görüyoruz. Sibel ile yaşanan soğuk olaylar ve Kemal'in aklının nerede olduğunun, gelecekteki hareketlerinin tespit edilememesi arkadaşları başta olmak üzere etrafındakilerin tadını kaçırıyor. Tam da bu noktada Kemal'in babasının ona verdiği kimi öneriler ve mesajlar sayfalar arasında hala sıcaklığına sığınabileceğimiz kişiler olduğunu biz okurlara hissettiriyor.
İlerleyen dönemde hayat herkesi olması gerektiği köşelere sürüklüyor. Gitmesi gerekenler yok olup gidiyor, günler geçiyor ve biz yine karakterimizle baş başa kalıyoruz. Kitabın bu bölümünde Kemal'in kalbinde artık bir tek Füsun gerçeği kalıyor.
Uzun bir arayış döneminin ardından aradığını bulan Kemal'in aslında "aradığını, aradığı şekilde bulamayışı"nın öyküsünü okuyoruz. Kitabın bu bölümünde Kemal, artık evli bir kadın olan Füsun'un evine tanrı misafiri bahanesiyle yıllarca misafir oluşuna şahit oluyoruz.
Bu noktada duyduğu aşkın öylesine çaresiz ve umutsuz bir durumda bile peşine koştuğunu görüyoruz. Bu dönemde darbe gerçekleşiyor, birçok tatsız olay yaşanıyor, sokağa çıkma saatleri kısıtlanıyor, ülke karanlık bir döneme giriyor ama hayır; karakterimiz yıllar boyu her akşam o masaya oturuyor. Burada Orhan Pamuk, bir aşkın getirdiği herhangi bir duygu ve içgüdünün etrafınızda yaşanan herhangi bir olumsuz şeyden çok ama çok daha kıymetli olduğunu tekrar yüzümüze vuruyor. Artık evli bir kadın olsa da Füsun, Füsun olmaya devam ediyor. Kemal neden Kemal olmasın ki?
"Bazan ona "Seni Seviyorum!" demek için dayanılmaz bir istek duyar, ama yalnızca çakmağımla sigarasını yakabilirdim."
Kitabın bu kısmında bir insan için gerçekten hiç de kolay olmayan hislere tanık oluyoruz. Sevdiği kişinin bir başkasıyla evli olduğunu, onunla uyuduğunu, onunla seviştiğini, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmama ihtimalini göz önünde bulunduran bir kişinin, umudunu diri tutabilmesi ile ilgili bir hal alıyor eser.
Hayat yine döngüsünü tekrarlıyor ve herkesi yollarına koyuyor. Füsun ayrılıyor, zaman geçiyor ve elinde bir tek Kemal kalıyor. Bu noktada kitabın ilk cümlesine bir atıfta bulunmamız gerekirse Kemal için hayatının en mutlu anlarından biri olduğunu söyleyebiliriz. Yıllarca süren bir bekleyiş, umut kıran onlarca olay, sadece sevdiği kadını hatırlattığı için cebe atılan -ve ileride müzeye konulacak olan- yüzlerce eşya, ölümler ve daha nicesinin ardından karakterlerimizin, sonu iyi veya kötü olsun hayat yolunda paralel şeritlere düşmesi son derece özgün bir biçimde sayfalarda biz okurlara hissettiriliyor.
Kitabın son kısmında kitabın yayınlanmasından 4 yıl sonra açılan Masumiyet Müzesi ile ilgili bir bölüme geliyoruz. Bu bölümün ilk kısmında ana karakterimiz Kemal, Orhan Pamuk'a müzede olması gerekenleri, dikkat edilmesi gereken hususları sıralarken bir yandan da bütün hikaye için tanık olarak onun ne derece uygun bir isim olduğunu test ediyor. İkinci kısımda ise kalemi Orhan Pamuk'a bırakıyoruz ve müzenin kurulması için romanın içerisine kendisi de bir karakter olarak ikinci kez -Hilton'daki dans kısmında da vardı- dahil oluyor.
Masumiyet müzesi hem mekan, hem dönem, hem imgeleri hem de anlatılış biçimi olarak Türk Edebiyatı'nın son derece önemli eserlerinden bir tanesi. Kimi bölümlerde gözlerinizin ağrısının kalbinizin ağrısından az olduğunu hissedip okumaya devam etme içgüdünüz ağır basıyor, kitabın sonunda her başarılı romanda olduğu gibi karakterleri aslında hayatınızdan birileriymiş veya tanımak istermişsiniz hissi ile sonlandırıyorsunuz. Kitabın arka kapağını kapatırken ise aklımdan şöyle bir cümle geçiyor:
"Hayatımın en mutlu ânıymış, bilmiyordum."
Yorumlar
Yorum Gönder